Deli Kadın Hikayeleri/Mine Söğüt Üzerine

             


Mine Söğüt ile tanışmam henüz çok taze. Diğer kitaplarını da deli gibi okumak istiyorum. Hani bazen bir yazarla tanışır ama fazla ısınamazsınız. Belki erken, belki de geç kalmışsınızdır o kitaba, bilinmez. Aynı yazarın diğer kitaplarını okumak aklınızın ucundan dahi geçmez. Bu benim sahaftan aldığım kitaplarda ne yazık ki çok sık yaşadığım bir durum. Ancak Mine Söğüt için kesinlikle böyle olmadı. Kardeşimin hediyesi olan kitabı büyük bir zevkle okudum. 




Okumaya başladığım ilk gece tam 75 sayfa okudum. Ve dur dedim, kitap bitiverecek. O gece, türlü türlü rüyalar gördüm. Bazen, bazı kitapları okuduğumda içimde yazma isteği kabarır. Rüyalar görürüm, rüyamda hikayeler, şiirler yazarım. Kafamdaki çarklar dönmeye başlar. O uğultuyu ve suyun şapırtısını duyduğum zaman anlarım ki yazma zamanım gelmiştir. İşte Deli Kadın Hikayeleri'nin yalnızca 75 sayfası bana bunları yaşattı. Aynı şey Oğuz Atay ve ne yazık ki çok eskiden Ahmet Ümit okuduğumda da olurdu. Şimdilerde Ahmet Ümit okuduğumda, aynı duyguları hissedemiyorum. Tükenmiş, yıpranmış, kanıksanmış tatlar alıyorum artık ne zaman Ahmet Ümit okusam. 

Kasıklarımda mağaza gibi büyük bir yara.
Doğurmakla öldürmek arasında uzun ince bir ip.
Delirmekle yemek pişirmek arasında kısa kalın bir kalas.
Gidip geliyorum.
Gidip geliyorum.
Her adımda b-i-r ş-e-y eziyorum.
Şimdi o şeyin üzerine kusacağım.
Şimdi o şeyle gözlerini oyacağım.
Şimdi bak...iyi bak...ben o şey olacağım.

Buralarda fırtına halen devam ediyor. Perşembeden itibaren sıcaklıkların yükseleceğine dair hava raporları okusam da, bahar sanki bahçeme biraz uğramış gibi. Şöyle hızlıca geçmiş, etekleri ortancalara, güle ve mavi mine çiçeklerine hafifçe sürtmüş gibi. Toprak halen yarı uykuda. Ağaçlar hep temkinli, kanmıyorlar güneşe. Güneş, sen dünyanın bu köşesinde ne kandırıkçısın!


Beklemek, beklemek, beklemek. Sanıyorum yaşamanın bir diğer anlamı da bu. Postacıyı beklemek, sevgiliyi beklemek, maaşın yatmasını beklemek, makarna suyunun kaynamasını beklemek, baharı beklemek, özlemin dinmesini beklemek...Hep beklemek. Hani hep derim ya ömrüm gurbette son bulacak diye, artık o cümleyi değiştiriyorum: Ömrüm gurbette bir şeyleri bekleyerek son bulacak. 

Beklemek, beklemek, beklemek. Yaşamı beklemek, doğumu beklemek, ölümü beklemek, ölümü bekleyeni beklemek...Ama hep beklemek.
Bazen sessizlik kulaklarımı patlatacak gibi oluyor. Ne televizyonun sesi, ne yapılacaklar listesi, ne beklemenin verdiği o iç geçmesi...Hiç bir şey avutmuyor, meşgul etmiyor. Halam hep der ki insan yeter ki istesin yapacak iş bulur yapacak iş çoook. Ah, yapacak iş çook tabii. Ama onları yapacak Gece Saçlı Kız nerede? Bedeni tabii burada. Ruhu nerede? Belki bir mine çiçeğinde takılı kalmıştır, belki martı kanadına binip dostları ziyarete gitmiştir. 

Şehri avcumun içine alsam, elimde bir bez, her yanını ovalayıp parlatsam. ..şehir tehditten arınır mı?..binbir çeşit kadınlık hali yepyeni bir kadere bürünür mü?

Mine Söğüt'ün diline alışmak kolay değil. Ancak bir yerden tutunabilirseniz, pervaneler gibi dönüp duruyorsunuz cümlelerin etrafında.
Bana kalırsa, Deli Kadın Hikayeleri bana tam da zamanında geldi. Ne geç, ne çok erken. Tam vaktinde.
Kitabı bitireli neredeyse bir aya yakın oluyor. Buraya yazmak için kendimi ancak toparlayabildim. Size kendinizi bulduran kitaplardan değil, tam tersine bin parçaya bölünüp savrulup gidiyorsunuz sayfaların her birinde. 
Aslında, Füruzan üzerine Mine Söğüt okumak iyi, çok iyi geldi. Tamamen tesadüftü ama güzel bir tesadüf. Böyledir işte, genellikle kötü olsa da iyi tesadüfler de denk geliyor bana hayatta. Yani bazen. 

Bazen bir şeyleri beklerken gözümüz bize oyun oynuyor. Kandırıkçı senii! Sanki olmamış şeyleri olmuş gibi gösteriyor. Kandırıkçı! Yoksa oyun oynayan kalbimiz mi?

Kimi zaman beklerken, insan kendi kurduğu hayallere inanıveriyor. Beklemek bir nihayete kavuşmuş gibi. Oysa dokunsa bilecek pamuk şeker gibi eriyeceğini. Tadına baksa, acıyı hissedecek. Ama bakmaz, dokunmaz, görmez. Bilir ama bilmez!

Geçenlerde Deli Kadın Hikayeleri'nde bahsedildiği gibi bir rüya gördüm. Nasıl tuhaftı. Bir tanıdığım, eski bir tanıdığım doğum yapmış. Gel diyor bana bebeği gör. Krem rengi çarşaflar içine uzanmış, yanında iki beyaz kundak. Kundaklar yan yana. Annenin kolu her ikisini de sarmaya yetmiyor. İki kundağın arasında bir yerlerde kalmış. Güçsüz. Yaklaşıp kundaklara bakıyorum. Birinde normal bir bebek yatıyor. Öyle akça pakça, gül gibi, parlak filan da değil. Normal bebek işte. İkincisinin yüzüne dek çarşaf çekilmiş. Bak diyor eski tanıdık, bak bebeğime. O güçsüz kol, kuvvetleniyor birden. Tutup çekiyor çarşafı hışımla, bilmem belki de gösterme isteği ile. İçinde yeşil siyah bir yılan. İncecik, ipincecik. Bak diyor, benim bebeğime. Yılan bebeğini tuttuğu gibi yapıştırıyor memesine. Süt, sızıyor yılan bebeğin ağzından, yeşil gövdesine damlıyor. 


Aslında bu yazıyı neredeyse bir hafta önce yazmıştım. Geçtiğimiz hafta cuma günü yayınlamayı düşünüyordum. Ancak, hiç bir şey elinde değildir insanın hiç bir zaman...Bazı nedenlerden ötürü bırak blog yazısını, elime kitap dahi alamadım. Ölümden, beklemekten bahsettiğim bu yazının üzerine hayat beni şöyle bir denedi. Ufak bir yoklama çekti. Ama her şey yolunda...Şimdilik...

Kitapta kısa kısa hikayeler var. Hepsi birbirinden ilgi çekici. Benim ise en sevdiklerim: Annemin O Harikulade Saçları, Madam Arthur Bey, Sinekler Sevişirken, Vicdansız Bir Memlekette Öldüm Ben, İyi Geceler Ölü Kediler, Kendi Hayatlarımızı Yaşamak Varken, Naz Neden Derine Gömmemiş Kediyi, Pencereler Kelebek Delileri Sever, Yılan.

Gece Saçlı Kız






Yorumlar