Engereğin Gözü/Zülfü Livaneli Üzerine

                                               


''Bu çınardan hep korkardım. Meyvesi insan olan ağaçtı bu. Bir tarihte idam edilen birçok devlet büyüğü bu ağacın dallarına asılmış ve kurumuş birer meyve gibi rüzgarla döne döne çürümüşlerdi. O günden bu yana ağacın çevresinde hiç rüzgar esmezdi. ''

Şaka gibi geliyor ama bu ayın ortasında, tam da dört yaşına girecek Esintiler ve Anlar. En zor zamanlarımdan birinde, buhranlar içinde kıvranırken uzun süredir aklımda olan, hatta yıllar önce açıp hiç bir şey yapmadan beklettiğim bloğuma yazmaya karar verdim. Ve buradayız işte. Bu dört yılda, çok şey kaybettim. Çok şey kazandım. Çok ağladım. Çok güldüm. 
Yaşadım yani. Herkes gibi, herkes kadar.

Buradayım işte, canım istediği kadar, keçiler yerinde durduğu müddetçe!

Engereğin Gözü'nü okuyup bitireli neredeyse bir ayı geçiyor. Kitap tam 147 sayfa. Nasıl da hızlı bitiverdi elimde. Gecenin bir yarısı başladım ve bitiverdi. Livaneli'nin cümleleri öylesine akıcı ki, dalgaların arasına karışıp gidiyorsunuz. Henüz ilk sayfadan, gözümün önünde ardına kadar açılan o büyülü kapıdan içeri girdim. Ve kitap bitene kadar da dışarı çıkmadım. 
Aslında, okumayı üç güne bölmem gerekirdi. Kitabı bitirdikten sonraki üç gün gözlerimin önünde gölgeler uçuştu. Parlak yıldızlar göz kırptı. Bir daha frenlere asılmam gerektiğini bana yolunca yordamınca gösterdiler!

'' Çünkü kan kokan çınarın yanına yaklaşan rüzgar bile suspus olur ağacın enli yaprakları arasında ya da yaşlı gövdesindeki kovuklarda saklanırdı. Kaç asırdır burada duran ağaç, fırtınaları, rüzgarları, boranları yutuyordu. ''

Bugün için ne güzel de fikirlerim vardı. Ormanın sonbahar renklerini fotoğraf makinem ile kayıt altına alacaktım. Sonbaharın nehir üzerinde bıraktığı izleri gözleyecektim. Su yosunla kaplarken kayaları,benim içimi kaplayan yosunları düşünecektim. Kaygan zeminlerde, düşe kalka yürüdüğümü hayal edecektim. Yine melankoli, yine kendine acımalar, yine hüzün, yine sonbahar dostlar!
Ama bu rüzgarda götüm yemedi, evden  burnumu bile çıkartmadım dışarı. En sevdiğim Rebul kolanyasını sürdüm bileklerime bolca, geldim yazmaya başladım.
Aslında bir süredir aklımda Engereğin Gözü hakkında yazı yazmak vardı. Ama araya başka kitaplar girdi ve hiç fırsat olmadı. Anladım ki araya giren aylar, kitap hakkındaki fikirlerimi köreltiyor. Neden bilmiyorum, özellikle Livaneli kitaplarında oluyor bu. 

''Şişman adamın yağı sızıya bire bir gelir!'' Islak şehrin ciğer delen rutubetinden elaman demiş, her yanları sızım sızım sızlayan halk, vezirin bumbar dolmasına dönmüş gövdesinde bir anda hücum etti. Belinden hançerini sıyıran, vezire dalıyor ve yağından bir parça kesip koynuna dolduruyordu. Vezirin kesilmiş yağlarını evlerine götürecekler ve ağrıyan yerlerine dolak yapıp saracaklardı. Meyvesi insan olan ağaca saklanan rüzgar bile böyle bir manzarayı dünyanın hiçbir yerinde görmemiştir. Yedi iklim dört bucakta böyle acayip şey yaşanmamıştır. Allah taksiratını affetsin, koca vezir gözlerimizin önünde gittikçe küçülmeye başladı. Bu gidişle suskunlar mahallesine götürülecek bir parçası bile kalmayacaktı.


  Livaneli'nin okumadığım iki kitabı daha var kütüphanemde. Son Ada ve Mutluluk. Mutluluk beni çok etkileyen ve her defasında derin kuyulara sürükleyen bir filmdi. Kitabını bu yıl aldım. Ama henüz elim gitmedi okumaya. 

''Gelelim beni en çok etkileyen ikinci konuya. Leyla'nın evini elinden alan zengin ailenin babası Ali Yekta Bey'e. Gerçekten bazı insanlarda vardır bu. Hizmet etmekten zevk almak, kendisini efendisine hizmet etmeden var edememek duygusu. Çok ilginç, en çok da efendilerin kendileri olmadan yaşayamayacağını,düzenlerinin bozulacağını sanırlar...Oysa efendilere hizmetkerdan çok ne vardır ki? Ben bu tuhaf duyguya en çok fabrika işçilerinde denk geldim. Tabii iki nesil öncesinin fabrika işçileriydi benim tanıdıklarım. İşverenleri de onların bir nevi efendisiydi. İşverenler onların hem velinimeti hem de hizmet etmeleri gereken insanlardı. Eğer onlar çalışmazsa kim çalışırdı? Hem işveren de hepsini pek güzel doyururdu! '' demiştim Leyla'nın Evi kitabını yorumladığım yazdımda. Bu kitapta ise efendi-köle ilişkisini Osmanlı döneminde, sarayda görüyoruz. Hadım edilmiş bir harem ağası ve sultanına duyduğu büyük sevgi. Yer yer bu sevginin tapma, aşık olma duygularına kadar gittiğini görüyoruz. Hem sevgi hem korku. Bir harem ağası, bakışından, gözünden bile korktuğu haşmetlisinden nasıl nefret edebilir ki? Nefret edebilir mi ki? 

Peki ya kulluk etmekten başka çaresi, başka bir hayatı olmayan bir adam ne yapar? Gerçekten sevebilir, saygı duyabilir mi? Köle-efendi ilişkisi hangi koşullarda, ne kadar sürebilir? Yoksa köle, her efendi için çoktan boyun eğmeyi öğrenmiş midir?

İktidar dediğimiz kanlı yolda, ellerine kan bulaşmayan birisi yürüyebilmiş midir ki? Saltanat dedikleri bir ateşten gömlek! Kim giymek istemez ki? 
Peki iktidar sahipleri, onlara hizmet edenlere sahip olmasaydı nasıl olurdu? Hizmet aşkı için kendinden geçmiş bu insanlar, içlerinde hala gurur,insanlık barındırıyorlar mıydı?
Her yeni padişahın önünde eğilen bu kullar, eski padişahlarını nasıl unuturlardı? Onlara duydukları sevgi ve korkuyu da kolaylıkla unutabilirler miydi? Kör, sağır, dilsiz olmak yeterli miydi? 

Gece Saçlı Kız

Yorumlar